Atardamar hastalıkları, vücudun oksijen zengini kan taşıyan hayati boru hatları olan arterlerin yapısını ve işlevini bozan bir grup rahatsızlığı ifade eder. Bu durumlar damar sertliği (ateroskleroz) zemininde gelişen ve kan akışını engelleyen daralma (stenoz) ve tıkanıklıklardan, damar duvarının zayıflayarak tehlikeli bir şekilde balonlaşması (anevrizma) gibi geniş bir yelpazeyi kapsar. Temelde, organların ve dokuların kanlanmasını tehlikeye atan bu dolaşım sistemi sorunları, tedavi edilmediklerinde felç, kalp krizi, organ yetmezliği veya uzuv kaybı gibi ciddi sonuçlara yol açabilen önemli sağlık problemleridir.
Atardamar Hastalıkları Teşhisi İçin Hangi Yöntemler Kullanılır?
Atardamar hastalıklarının teşhis yolculuğu, genellikle en basit ve en az müdahaleci yöntemle başlar ve gerektiğinde daha karmaşık tetkiklere doğru ilerler. Amaç hastayı gereksiz riske atmadan, en doğru ve en kapsamlı bilgiyi elde etmektir. Her yöntemin kendine özgü güçlü ve zayıf yönleri vardır ve doğru yöntemin seçimi, hastanın özel durumuna ve hekimin neyi aradığına bağlıdır.
Bu teşhis sürecinde kullanılan temel yöntemler bulunmaktadır:
- Renkli Doppler Ultrason
 - Bilgisayarlı Tomografi (BT) Anjiyografi
 - Manyetik Rezonans (MR) Anjiyografi
 - Klasik Kateter Anjiyografi (DSA)
 
Bu yöntemlerden ilki olan Renkli Doppler Ultrason, genellikle ilk adımdır. Ses dalgaları kullanılarak damarların ve içindeki kan akışının gerçek zamanlı olarak incelenmesini sağlar. Bu yöntem adeta bir trafik akışını dinlemek gibidir; bir darlık veya tıkanıklık varsa, kanın o bölgeden geçerken çıkardığı sesin değişmesi ve akımın hızlanması sayesinde sorun kolayca tespit edilebilir. Bu yöntemin en önemli avantajları vardır:
- Radyasyon içermemesi
 - İlaç kullanılmaması
 - Kolay ulaşılabilir olması
 - Düşük maliyetli olması
 - Tekrarlanabilir olması
 
Bu özellikleriyle özellikle şah damarı, bacak damarları ve karın ana atardamarı (aort) anevrizmalarının ilk değerlendirmesi ve takibinde vazgeçilmezdir. Ancak yöntemin en büyük dezavantajı, uygulayan kişinin tecrübesine çok bağımlı olmasıdır. Ayrıca hastanın aşırı kilolu olması, karın bölgesindeki gaz veya damar duvarındaki yoğun kireçlenme gibi faktörler görüntünün netliğini bozabilir ve teşhisi yanıltabilir.
Eğer ultrasondan elde edilen bilgiler yetersiz kalırsa veya bir tedavi planlaması yapılacaksa, devreye Bilgisayarlı Tomografi (BT) Anjiyografi girer. Bu yöntem damarlarımızın üç boyutlu bir yol haritasını çıkarmamızı sağlar. Hastanın kolundaki bir damardan “kontrast madde” adı verilen özel bir boya ilacı verilir ve bu ilaç atardamarlara ulaştığı anda, saniyeler içinde yüzlerce kesitsel röntgen filmi çekilir. Bilgisayar bu görüntüleri birleştirerek damar ağının tamamını, tüm kıvrımları ve dallanmalarıyla birlikte üç boyutlu olarak önümüze serer. Bu yapılacak bir tedavi öncesinde damardaki darlığın tam yerini, uzunluğunu, ciddiyetini ve damar duvarının yapısını (kireç, pıhtı vb.) görmek için paha biçilmezdir. Ancak bu yöntemin de bazı kısıtlılıkları mevcuttur:
- İyotlu kontrast madde kullanımı
 - Radyasyon (X-ışını) maruziyeti
 - Yoğun kireçlenmelerde yanıltıcı olabilmesi
 - Böbrek fonksiyon bozukluğunda riskli olması
 
Özellikle damar duvarındaki yoğun kireçler, tomografide parlama yaparak damarın içini olduğundan daha dar gösterebilir. Bu durum özellikle şeker hastalarının bacaklarındaki ince damarlarda sıkça yanılgıya neden olabilir.
Radyasyon veya iyotlu ilaç kullanımından kaçınılması gereken durumlarda ise Manyetik Rezonans (MR) Anjiyografi önemli bir alternatiftir. Bu teknikte, X-ışını yerine güçlü bir manyetik alan ve radyo dalgaları kullanılarak damarlar görüntülenir. Özellikle ilaçsız (kontrastsız) çekimler, böbrek yetmezliği olan hastalar için büyük bir avantajdır. İlaçlı (kontrastlı) çekimlerde ise “gadolinyum” bazlı bir madde kullanılır ve bu madde genellikle iyotlu kontrastlara göre daha güvenli kabul edilir. MR anjiyografinin en büyük üstünlüğü radyasyon riski taşımamasıdır. Ancak çekim süresinin uzun olması, cihazın daha az bulunması, maliyetinin yüksek olması ve kalp pili, beyin klipsi gibi bazı metalik implantları olan hastalarda uygulanamaması gibi dezavantajları vardır:
Bacak Damar Tıkanıklığı Belirtileri ve Tedavi Seçenekleri Nelerdir?
Bacak damar tıkanıklığı, yani tıp dilindeki adıyla “periferik arter hastalığı,” toplumda oldukça sık görülen ancak genellikle önemi yeterince anlaşılmayan bir sorundur. Temelde, bacaklara temiz kan taşıyan atardamarların damar sertliği (ateroskleroz) nedeniyle zamanla daralması veya tamamen tıkanmasıdır. Bu durum bacak kaslarının ve dokularının yeterli oksijen ve besin alamamasına yol açar. Hastalığın ilerlemesi, yaşam kalitesini ciddi şekilde düşürür ve en kötü senaryoda bacağın kaybına (amputasyon) neden olabilir.
Bu hastalığın gelişiminde rol oynayan bazı önemli risk faktörleri bulunmaktadır:
- Sigara kullanımı (en önemli risk faktörü)
 - Şeker hastalığı (Diyabet)
 - Yüksek tansiyon (Hipertansiyon)
 - Yüksek kolesterol
 - İleri yaş
 - Genetik yatkınlık (aile öyküsü)
 
Hastalığın belirtileri, tıkanıklığın ciddiyetine göre farklılık gösterir. En erken ve en tipik belirti, “intermittan klodikasyo” adı verilen yürüme ağrısıdır. Halk arasında “vitrin hastalığı” olarak da bilinir, çünkü hasta bir süre yürüdükten sonra bacaklarında, özellikle baldır kaslarında ortaya çıkan ağrı, kramp veya yorgunluk hissi nedeniyle durmak ve dinlenmek zorunda kalır; bu duraklamalar sırasında da genellikle vitrinlere bakıyormuş gibi yapar. Dinlenince ağrı kısa sürede geçer, ancak yürümeye başlayınca tekrar ortaya çıkar. Bu efor sırasında artan kas oksijen ihtiyacının, daralmış damardan gelen yetersiz kan tarafından karşılanamamasının bir sonucudur.
Hastalık ilerlediğinde ve kan akımı daha da azaldığında, “kritik bacak iskemisi” adı verilen çok daha ciddi bir tablo ortaya çıkar. Bu durum bacağın varlığını doğrudan tehdit eder ve acil müdahale gerektirir. Bu evrenin belirtileri şunlardır:
- İstirahat ağrısı (özellikle geceleri yatarken ayaklarda hissedilen şiddetli, yanıcı ağrı)
 - Ayaklarda ve parmaklarda soğukluk, solukluk
 - İyileşmeyen yaralar (en küçük bir sıyrığın bile aylarca kapanmaması)
 - Gangren (doku ölümü ve kararma)
 
Tedaviye karar verirken, hastanın şikayetlerinin ciddiyeti yol göstericidir. Sadece yürüme ağrısı olan hastalarda ilk adım genellikle yaşam tarzı değişiklikleri ve ilaç tedavisidir. Bu kapsamda atılması gereken adımlar bulunur:
- Sigaranın kesinlikle bırakılması
 - Düzenli ve programlı yürüyüş egzersizleri
 - Kan sulandırıcı ilaçlar (Aspirin, Klopidogrel vb.)
 - Kolesterol düşürücü ilaçlar (Statinler)
 - Tansiyon ve kan şekerinin kontrol altına alınması
 
Ancak bu tedavilere rağmen hastanın ağrıları günlük yaşamını sürdürmesine engel oluyorsa veya kritik bacak iskemisi bulguları varsa, o zaman tıkalı damarları açmaya yönelik “revaskülarizasyon” tedavileri gündeme gelir. Bu noktada iki temel seçenek vardır: endovasküler tedavi (kapalı yöntem) ve açık cerrahi (bypass ameliyatı). Bu iki yöntem arasındaki seçim, hastanın yaşına, genel sağlık durumuna ve tıkanıklığın yeri ile uzunluğuna bağlı olarak yapılır ve temelde “düşük işlem riski” ile “uzun vadeli dayanıklılık” arasında bir denge kurmayı hedefler.
Endovasküler tedavi, yani anjiyo ile damar açma, günümüzde birçok hasta için ilk tercih haline gelmiştir. Büyük bir kesi yapılmadan, genellikle kasıktaki atardamara bir iğne ile girilerek yapılır. Tıkalı bölgeye ulaşıldıktan sonra, darlığı açmak için balon şişirilir (balon anjiyoplasti). Damarın tekrar daralmasını önlemek için genellikle “stent” adı verilen metalik bir kafes yerleştirilir. Özellikle diz altındaki ince damarlarda veya diyabetik hastalarda, yeniden daralma riskini azaltmak için damar duvarına ilaç salan “ilaç kaplı balonlar” veya “ilaç salınımlı stentler” kullanılır. Çok sert ve kireçli darlıklarda ise, balondan önce “aterektomi” cihazları ile damar içindeki kireçli plaklar tıraşlanarak temizlenebilir. Bu yöntemlerin en büyük avantajı, işlem riskinin düşük, hastanede kalış süresinin kısa ve iyileşme sürecinin hızlı olmasıdır.
Açık cerrahi (bypass ameliyatı) ise daha geleneksel bir yöntemdir. Tıkalı damar bölümünü atlayarak kan akışını sağlamak için yeni bir yol, bir nevi “köprü damar” oluşturulur. Bu köprüleme için genellikle hastanın kendi bacağından alınan bir toplardamar veya sentetik bir damar kullanılır. Bypass ameliyatları, endovasküler yöntemlere göre daha büyük bir operasyondur ve işlem riski daha yüksektir. Ancak özellikle uzun ve karmaşık tıkanıklıklarda, uzun vadedeki açık kalma oranları (dayanıklılığı) daha iyi olabilir. Bu nedenle genel sağlık durumu iyi, yaşam beklentisi uzun olan daha genç hastalarda hala önemli bir tedavi seçeneğidir.
Şah Damarı Darlığı Felç Riskini Nasıl Artırır ve Tedavisi Nasıl Yapılır?
Boynumuzun iki yanında, beyne oksijen ve besin taşıyan ana atardamarlar olan şah damarları (karotis arterler), vücudun en stratejik damarlarından biridir. Bu damarların iç duvarında zamanla kolesterol, yağ ve kalsiyum birikmesiyle oluşan plaklar, damarda darlığa yol açar. Şah damarı darlığının en büyük tehlikesi, bu pürüzlü ve dengesiz plakların üzerinden kopan küçük pıhtı veya parçacıkların kan akımıyla beyne giderek daha küçük bir damarı tıkaması ve bunun sonucunda inme (felç) geçirilmesidir. Dolayısıyla şah damarı darlığının tedavisi, gelecekteki bir felç riskini ortadan kaldırmaya yönelik koruyucu bir tedavidir.
Tedavi edilip edilmeme kararı, darlığın derecesine ve daha da önemlisi, hastanın bu darlığa bağlı bir şikayet yaşayıp yaşamadığına göre verilir. Eğer hasta, bu darlığa bağlı olduğu düşünülen ve “geçici iskemik atak” (GİA) adı verilen bir durum yaşamışsa, tedavi genellikle şiddetle önerilir. GİA, 24 saatten kısa süren, geçici felç benzeri bir durumdur. Belirtileri şunlar olabilir.
- Vücudun bir yarısında ani güçsüzlük veya uyuşma
 - Konuşmada bozulma, peltekleşme veya kelime bulmada zorluk
 - Bir gözde ani ve geçici görme kaybı (perde inmesi gibi)
 - Yüzde kayma
 - Denge kaybı veya baş dönmesi
 
Bu belirtileri yaşayan ve tetkiklerinde %50’nin üzerinde şah damarı darlığı saptanan hastalarda, yeni ve kalıcı bir felci önlemek için damarın açılması gerekir. Hiçbir şikayeti olmayan (asemptomatik) ancak tesadüfen ciddi (%70-80 üzeri) darlık saptanan hastalarda ise tedavi kararı daha karmaşıktır. Bu durumda hastanın yaşı, genel sağlık durumu darlığın özellikleri ve işlemin potansiyel riskleri göz önünde bulundurularak, “işlemin faydası riskinden daha mı fazla?” sorusuna yanıt aranır.
Tedavi kararı ne olursa olsun, tüm şah damarı hastaları için “Optimal Medikal Tedavi” (OMT) vazgeçilmezdir ve tedavinin temelini oluşturur. OMT’nin bileşenleri şunlardır:
- Kan sulandırıcı ilaçlar (genellikle Aspirin veya Klopidogrel)
 - Yüksek dozda kolesterol düşürücü ilaçlar (Statinler)
 - Kan basıncının sıkı kontrol altında tutulması
 - Kan şekerinin düzenlenmesi
 - Sigaranın mutlak surette bırakılması
 - Sağlıklı beslenme ve düzenli egzersiz
 
Revaskülarizasyon, yani damarın tekrar açılması gerektiğinde iki temel yöntem öne çıkar: Karotis Endarterektomi (CEA), yani açık ameliyat, ve Karotis Arter Stentleme (CAS), yani anjiyo ile kapalı yöntem. Her iki yöntemin de birbirine göre avantaj ve dezavantajları vardır ve seçim, hastanın özelliklerine göre kişiselleştirilir. Bu seçim, adeta bir “kalp-beyin dengesi” gözetilerek yapılır.
Karotis Endarterektomi (CEA), uzun yıllardır uygulanan geleneksel “altın standart” yöntemdir. Boyuna yapılan bir kesi ile şah damarına doğrudan ulaşılır, damar içindeki plak cerrahi olarak temizlenir. Büyük klinik çalışmalar bu yöntemin işlem sırasındaki felç riskinin, stent yöntemine göre bir miktar daha düşük olduğunu göstermiştir. Ancak bu daha büyük bir cerrahi girişim olduğu için işlem sırasında kalp krizi geçirme riski ve boyundaki sinirlerde (yutkunma veya sesle ilgili) hasar oluşma riski daha yüksektir.
Karotis Arter Stentleme (CAS), daha modern ve daha az invaziv bir yöntemdir. Genellikle kasık damarından girilerek, kateterler yardımıyla şah damarındaki darlığa ulaşılır. Bu bölgeye, darlığı açan ve damarı içeriden destekleyen bir stent yerleştirilir. İşlem sırasında beyne pıhtı atmasını önlemek için genellikle “koruyucu filtre” adı verilen şemsiye benzeri cihazlar kullanılır. Bu yöntemin en büyük avantajı, büyük bir cerrahi kesi gerektirmemesi, kalp krizi riskinin ve sinir hasarı riskinin çok daha düşük olmasıdır. Ancak özellikle 70 yaş üzeri hastalarda veya damar yapısı çok kıvrıntılı olan kişilerde, işlem sırasındaki felç riski açık ameliyata göre bir miktar daha yüksek olabilir.
Aort Anevrizması (Balonlaşma) Neden Tehlikelidir ve Nasıl Tedavi Edilir?
Aort, kalpten çıkan ve vücudumuza temiz kanı dağıtan en büyük atardamardır. Bu damarın duvarının çeşitli nedenlerle zayıflaması ve bir balon gibi genişlemesi durumuna “aort anevrizması” denir. En sık karın bölgesinde (abdominal aort anevrizması – AAA) görülür. Anevrizmanın kendisi genellikle bir belirti vermez ve çoğu zaman başka bir nedenle yapılan tetkikler sırasında tesadüfen saptanır. Ancak bu “sessiz tehlike,” yırtıldığında (rüptür) genellikle ölümcül olan ani ve şiddetli bir iç kanamaya yol açar.
Anevrizma gelişiminde rol oynayan bazı önemli risk faktörleri vardır:
- İleri yaş (özellikle 65 yaş üstü)
 - Erkek cinsiyet
 - Sigara kullanımı (en güçlü değiştirilebilir risk faktörü)
 - Ailede anevrizma öyküsü olması (genetik yatkınlık)
 - Yüksek tansiyon
 
Anevrizmanın yırtılma riski, doğrudan çapıyla ilişkilidir. Çap ne kadar büyürse, damar duvarındaki gerilim o kadar artar ve yırtılma riski de katlanarak yükselir. Bu nedenle belirti vermeyen bir karın anevrizmasının erkeklerde 5.5 cm, kadınlarda ise 5.0 cm çapa ulaştığında tedavi edilmesi genel bir kuraldır. Ayrıca çapı bu sınırların altında olsa bile, hızlı büyüyen (yılda 1 cm’den fazla), kese şeklinde (sakküler) olan veya karın-sırt ağrısı gibi belirti veren anevrizmaların da acilen tedavi edilmesi gerekir.
Günümüzde aort anevrizmasının tedavisinde iki ana yöntem bulunmaktadır: açık cerrahi onarım ve endovasküler anevrizma onarımı (EVAR).
Açık cerrahi onarım, geleneksel yöntemdir. Karına yapılan büyük bir kesi ile anevrizmalı aort segmentine ulaşılır, bu hasarlı bölüm çıkarılır ve yerine “greft” adı verilen sentetik bir damar dikilir. Bu oldukça büyük ve zorlu bir ameliyattır, ancak başarılı olduğunda çok dayanıklı ve kalıcı bir çözüm sunar.
Endovasküler Anevrizma Onarımı (EVAR) ise son 20-25 yılda devrim yaratmış, minimal invaziv (kapalı) bir yöntemdir. Bu teknikte karın açılmaz. Her iki kasıktan yapılan küçük kesiler veya iğne delikleri aracılığıyla, “stent-greft” adı verilen kumaş kaplı metal bir iskelet, kateterler yardımıyla anevrizmanın içine yerleştirilir. Bu stent-greft, anevrizmanın içinde yeni bir kan yolu oluşturarak kan akışını kendi içine alır ve anevrizma kesesini yüksek kan basıncından korur. Basınçtan kurtulan anevrizma kesesi zamanla pıhtılaşır ve genellikle küçülür.
EVAR yönteminin en büyük avantajı, işlem riskinin (ölüm, kalp krizi, kanama vb.) ve hastanede kalış süresinin açık ameliyata göre çok daha düşük olmasıdır. Bu nedenle özellikle yaşı ileri ve ek sağlık sorunları (kalp, akciğer hastalığı gibi) olan yüksek riskli hastalar için günümüzde standart tedavi haline gelmiştir. Ancak EVAR’ın bir “Aşil topuğu” vardır: uzun vadeli dayanıklılık. Yerleştirilen stent-greft, zaman içinde yerinden oynayabilir, bileşenleri ayrılabilir veya en sık olarak “endoleak” (iç sızıntı) adı verilen bir durum gelişebilir. Endoleak, stent-greftin etrafından anevrizma kesesinin içine hala bir miktar kan sızması durumudur ve anevrizmanın tekrar büyüyüp yırtılmasına neden olabilir. Bu iç sızıntıların farklı tipleri vardır:
- Tip Ia (proksimal sızıntı)
 - Tip Ib (distal sızıntı)
 - Tip II (yan dallardan gelen sızıntı)
 - Tip III (greft bileşenleri arasından sızıntı)
 - Tip IV (greftin kumaşından sızıntı)
 - Tip V (Endotansiyon – sızıntı olmadan basınç artışı)
 
Bu potansiyel sorunlar nedeniyle, EVAR ile tedavi edilen hastaların ömür boyu, genellikle yılda bir kez bilgisayarlı tomografi ile düzenli olarak takip edilmesi zorunludur. Bu takiplerde bir sorun saptanırsa, genellikle yine anjiyo yöntemleriyle ek müdahaleler yapılarak sorun çözülebilir. Açık ameliyat ise daha riskli bir başlangıç sunsa da genellikle ömür boyu bu tür bir takip ve ek müdahale gerektirmez. Dolayısıyla seçim, hastanın risk profili ve yaşam beklentisi göz önünde bulundurularak, “düşük başlangıç riski mi, yoksa uzun vadeli sorunsuzluk mu?” sorusu etrafında şekillenir.
Böbrek ve Bağırsak Damarlarındaki Hastalıklar İçin Ne Gibi Tedaviler Uygulanır?
Vücudumuzdaki atardamar ağı sadece kol, bacak ve beynimizi değil aynı zamanda böbrekler, bağırsaklar, dalak ve karaciğer gibi hayati iç organlarımızı da besler. Bu “visseral” damarlarda ortaya çıkan darlıklar veya anevrizmalar da ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir ve girişimsel radyolojinin modern teknikleri bu alanda da önemli çözümler sunar.
En sık karşılaşılan durumlardan biri, “renal arter stenozu” yani böbrek atardamarı darlığıdır. Böbreğe giden kan akımının azalması, vücudun bunu yanlış yorumlayarak kan basıncını yükselten hormonları salgılamasına neden olur. Sonuç, genellikle üç veya daha fazla ilaca rağmen bir türlü kontrol altına alınamayan “dirençli hipertansiyon”dur. Ayrıca özellikle her iki böbrek damarında veya tek böbreği olan bir hastanın damarında ciddi darlık varsa, bu durum zamanla böbrek yetmezliğine de yol açabilir. Geçmişte, böbrek damarında saptanan her darlığa stent takılması yaygın bir yaklaşımdı. Ancak büyük bilimsel çalışmalar bu yaklaşımın birçok hastada beklenen faydayı sağlamadığını gösterdi. Günümüzde yaklaşım çok daha seçicidir. Artık “darlığı değil darlığın neden olduğu sorunu tedavi etme” ilkesi benimsenmiştir. Böbrek damarına stent takılmasının gerçekten faydalı olduğu kabul edilen bazı özel durumlar şunlardır:
- İlaçla kontrol edilemeyen dirençli hipertansiyon
 - Böbrek damarı darlığına bağlı tekrarlayan ani kalp yetmezliği veya akciğer ödemi (“flash” akciğer ödemi) atakları
 - Darlığa bağlı olduğu kanıtlanmış, giderek kötüleşen böbrek fonksiyonları
 
Bu özel hasta gruplarında, darlığın bir stent ile açılması, hem tansiyon kontrolünü belirgin şekilde iyileştirebilir hem de böbrek fonksiyonlarının daha da bozulmasını önleyebilir.
Daha nadir görülen ancak yırtıldığında son derece tehlikeli olan bir diğer durum ise “visseral arter anevrizmaları”dır. Bunlar en sık dalak, karaciğer, mide ve bağırsakları besleyen atardamarlarda görülen balonlaşmalardır. Tedavisinde amaç anevrizmayı kan dolaşımından izole ederek yırtılmasını önlemektir. Günümüzde bu işlem neredeyse tamamen endovasküler (anjiyo ile kapalı) yöntemlerle, yani “embolizasyon” (tıkayarak tedavi) teknikleriyle yapılır. Seçilecek teknik, anevrizmanın yeri, şekli ve ana damarın korunmasının gerekip gerekmediğine bağlıdır.
- İzolasyon (Sandviç Tekniği): Eğer anevrizmanın bulunduğu damar feda edilebiliyorsa (örneğin dalak arteri gibi), anevrizmanın hem öncesi hem de sonrası metalik sarmallar (koiller) ile tıkanarak kan akışı tamamen kesilir.
 - Kese İçini Doldurma: Eğer ana damarın açık kalması hayati önem taşıyorsa (örneğin ana bağırsak damarı gibi), sadece anevrizma kesesinin içine çok ince kateterlerle girilerek içi koiller veya özel yapıştırıcı sıvılarla doldurulur ve kapatılır.
 - Stent Yardımlı Teknikler: Geniş boyunlu anevrizmalarda, tıkayıcı materyalin ana damara taşmasını önlemek için anevrizmanın ağzına bir stent veya kan geçirmeyen kapaklı bir stent (stent-greft) yerleştirilerek anevrizma devre dışı bırakılabilir.
 

Dr. Ali Yurtlak, 1970 yılında Kahramanmaraş’ta doğmuş bir Girişimsel Radyoloji Uzmanıdır. Tıp eğitimini 1996 yılında Adana Çukurova Üniversitesi’nde tamamladı. Radyoloji alanındaki eğitimini İstanbul Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde aldı. Son yıllarda radyoloji alanında özel bir uzmanlık dalı olan Girişimsel Radyoloji’ye yönelerek anjiyografik işlemler gerçekleştirmektedir. Şu anda Özel Atlas Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır ve aynı zamanda İstanbul Medicine Hospital Hastanesi’nde Anjiyografi Sorumlusu olarak çalışmaktadır.
